30 Ağustos 2012 Perşembe

30 Ağustos Zaferi


Cemil Meriç’in dediği gibi ‘‘maziden koparılmışız.Cami avlusunda bulunmuş bir çocuk şuursuzluğu içinde çırpınıyoruz. Nasıl bir tarihin çocuklarıyız ? Ne soran var , ne bilen ..’’

Tarihi şanlı zaferlerle ,destanlarla dolu bir ecdadın torunları,çocuklarıyız ama kaçımız bu destanı,destan yazan şahsiyetleri okuyor,tanıyor ve biliyoruz.

Ecdadımız tarih yazmış ,bizler okumaktan aciziz ne yazık ki..

‘Türkler pek farkında değil ama Avrupalılar şu gerçeğin farkındadır. Tarihten Türkler çıkarılırsa ortada tarih diye bir şey kalmaz’’ demiş Prof.Dr.Fritz Neumark.. Ne de güzel , ne de doğru söylemiş..

Evet bu gün kahraman ordumuzun, yüce milletimizin tarihte emsali görülmemiş fedakârlığının, cesaret ve gücünün, bir örneği olan büyük taarruzun 90.yılını büyük bir coşku ve gururla kutluyoruz.

Bir milletin şahlanış destanı olan 30 Ağustos zaferinde, Türk milleti asırlardır üzerinde yaşadığı vatanını ,toprağını hiçbir şekilde terk etmeyeceğini göstermiş , topraklarını işgal karşısında Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde ,her ne pahasına olursa olsun canıyla, kanıyla direnmiş, tek yumruk olmuş ve kısıtlı imkanlara aldırmadan işgalci güçlere unutamayacakları bir yumruk indirmiştir.
İşte o ecdat ki tarihimizi böyle büyük bir zaferle daha taçlandırmıştır.

Bu büyük zafer tarihe kazınırken vatanın kutsallığını görev bilen nice değerli şahsiyetler de şekil vermiştir bu zafere. Duydukça dinledikçe tüyleri diken diken eden, kendi içinde ne hazin hikâyeler barındırmaktadır.

Büyük Taarruzun nasıl kazanıldığını anlatan, en duygulu olaylardan biri de Miralay Reşat Bey’in Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya verdiği sözü yerine getiremediği için intihar etmesidir.

Mustafa Kemal Atatürk, Albay Reşat’ın şehit oluşunu TBMM’de şöyle anlatır:
“Bir taarruz gününde (27 Ağustos 1922) en sol kanatta 57. tümenimiz taarruz ederken, kuvvetlerini biraz birbirinden uzakça bulundurmuştu. Bu nedenle düşman üzerinde kalıcı bir etki yapamıyordu. O tümenin kumandanı Reşat Bey adında bir albaydı. Bu kişiyi çok eskiden tanıyordum ve beraber muharebe yapmıştık. Suriye’de çok muharebeler yaptık ve çok kıymetli bir askerdi. Şahsen bana çok güveni vardı. Telefonla sordum: ‘Niçin hedefinize (Çiyiltepe) hakim olamadınız?’ dedim. cevaben dedi ki; ‘Yarım saat sonra bu hedeflere varmış olacağız’. Halbuki yarım saat sonra bu hedefler elde edilememişti. Tekrar sorduğum zaman telefonda Reşat Bey’in son bir veda namesini okudular. Orada diyordu ki; ‘Yarım saat zarfında size o mevkileri almak için söz verdiğim halde, sözümü tutamamış olduğumdan dolayı yaşayamam’. 15 dakika sonra Çiyiltepe alınmış, ancak şehit komutan Albay Reşat Bey bu müstesna anı görememiştir. Ruhu şad olsun.”

Zaferden sonra buraya, Albay Reşat Çiğiltepe Anıtı yapılarak anısı ölümsüzleştirilmiştir.

Yazılan bir başka hikaye,bir başka destan, bir baba-oğul destanı…

''Çetmilli Ali Çavuş, yüz binlerce vatan evladı gibi cepheye giden askerlerden biriydi. Aradan 11 yıl geçmiş, Çetmilli Ali Çavuş cepheden cepheye koşmuş her mevzide her siperde bağımsızlık günlerinin hayalini kurarken, cepheye giderken 8 yaşında olan oğlu Mehmet ile karısına kavuşacağı günleri beklemekteydi.

Çetmilli Ali Çavuşun hayalleri, Dumlupınar mevzilerinde gerçek oldu. 8 yaşındayken bırakıp gittiği Mehmet dağ gibi bir delikanlı olmuş, kader ikisinin yollarını aynı cephede birleştirmişti. Alay sancaktarı Mehmet Onbaşı ile Çetmilli Ali Çavuş’un cephede karşılaşmaları ve hasret gidermeleri herkesin gözlerini yaşartmış ve bir o kadar da mutlu etmişti. Artık baba ile oğul bu vatan için bir sancağın peşinde omuz omuza çarpışacaklar ve Çetmilli Ali Çavuş’un hayallerini birlikte gerçekleştireceklerdi.

Gün bugündü ve baba oğul sıkıca sarıldılar, birbirleriyle helalleştiler. “Hücum” sesiyle yağmur gibi gelen mermilerin önüne atıldılar. Ali Çavuş bir kurşunla yığıldı yere, ne acı ne de hüzün vardı gözlerinde, 11 yılın evlat özlemi mermi sesleri arasında son bulmuştu. Dudaklarından iki kelime döküldü şahadete ererken;

Vatan sağ olsun.”


Çetmilli Ali Çavuş, 31 Ağustos 1922 günü şehit düştü, hem de oğlu Mehmet’in kollarında. Gözyaşını içine attı Mehmet. Gün ağıt yakacak gün değildi. Kaptı alay sancağını yürüdü izmir’e doğru. En önde o koşuyor kanlı siperlere ilk o dalıyordu. 9 Eylül’de İzmir önlerinde bir kurşun da onu buldu.''

Kader bu dünyada beraber olmayı nasip etmedi Ali Çavuş ile oğlu Mehmet Onbaşı’ya ama onların ve onlar gibi on binlerce mehmetçiğin bu kahramanlıkları ile kurtuldu vatan.

Bir  İngiliz generalinin( Hamilton ) şu tespiti ne kadar da yerindedir; ‘Türklerden başka dini ve vatanı uğruna canını vermeye hazır asker görmedim’ demiştir.

Tüm devletler de iyi bilir ki
Türk milleti vatanı, bayrağı ve özgürlüğü için gerekirse bu uğurda gözünü kırpmadan  canını ,kanını seve seve feda etmekten kaçınmaz.

Yıl 1937; Mustafa Kemal hasta yatağında yatıyor, hastalığı bir hayli ilerlemiş, doktorlar Zafer Bayramı kutlamalarına gitmesinin intihar olacağını belirtiyorlar kendisine. Ama o; “Hayır” diyor, “Ben gitmezsem halkın morali bozulur. Kutlamalar olacak ve ben gideceğim.”

Türk milletinin bir ferdi olarak ,kazanılan bu büyük zaferin haklı gururunu yaşıyor,canlarıyla,kanlarıyla bu toprakları vatan yapan ve bu zaferi bize armağan eden İstiklal mücadelemizin bütün kahramanlarını başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere rahmet ve minnetle anıyorum..


                            Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından
                     Koşar adım gitmeli onların arkasından.
              Kahramanlık: İçerek acı ölüm tasından
      İleriye atılmak ve sonra dönmemektir
                                              
                                                              H.N.Atsız


                                

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Gökyüzündeki Mesajlar-Şehrayin-



Eski adıyla ‘şehrayin (şehrin donatılmasıyla yapılan umumî eğlence, şenlik, donanma)’, şuan bildiğimiz adıyla mahya ışıkları…
Mahya ışıkları denince akla ilk gelen Mübarek Ramazan ayı oluyor hemen.Karanlık gecelerde ışıl ışıl parlayan,gecemizi olduğu gibi gönlümüzü de aydınlatan,her birinde derin manalar barındıran mahya ışıkları..


Peki hiç düşündünüz mü bu gelenek nerden ve nasıl doğdu?Eskiden nasıldı,nasıl yapılırdı?


Günümüzde elektrikle yazılan ramazan mahyaları, eski zamanlarda son derece karmaşık ve zahmetli bir uğraşmış. Şerefeler arasına gerilen kalın bir halata, şimşirden halkalar, kancalar, gevşek yedek ipleri ve sayıları yüzleri aşan kandilleri kullanarak iftar sonrasından teravih bitimine değin, en çok iki saatlik bir zamanı mahyalarla nurlandırmak; hele kışa rastlayan ramazanlarda bunun için şerefelerde soğuktan çivi kesmek, ancak meraklılarının göze alabildiği bir iş olsa gerek.


Eskiden mahyacılık  bir meslek olarak babadan oğula sürdürülürdü. Kandil yakma geleneği islam dünyasında yaygınken, mahyacılığın İstanbul’a özgü dinsel bir sanat olmasının tek nedeni, padişahların yaptırttığı iki, dört, altı minareli “selâtin camiler”in bu kentte olmasıydı. Çünkü mahya kurmak için en az karşılıklı iki minare bulunması gerekiyordu.

Mahya yakmak;bir caminin iki minaresi arasına gerilen bir halattan küçük kandiller sarkıtarak gece karanlığına şekiller çizip manidar sözler yazmak… Bu geleneğin gerisindeki düşünce; ramazanın getirdiği sevinç, bolluk ve ferahlık nedeniyle Yaratıcı’ya duyulan şükranı vurgulamak, çocuklara ramazanı sevdirmek ve halkı iyiliğe yöneltmek.

Mahyacılık sanatı; diğer Müslüman ülkelerde olmayan, yalnızca Türklere mahsus bir örf, âdet ve kültürdür. Bu iş sadece Ramazan ayına mahsus olduğu için, bu deyim Farsça aylık manasına gelen "mahiye" kelimesinden türemiştir.

Gerçekten de mahyalar, dini ve milli gün ve gecelerimizde akşamdan sabaha kadar o heyecan ve kutsiyeti gökyüzünde sergileyerek ilan eden üstün zekanın eseridir. Başta Ramazan ayı olmak üzere, diğer önemli gün ve gecelerin akşamında minareler arasında ışıklı yazı yazma ve şekil yapma sanatı olan mahya, bir Türk buluşudur.

Mahyalar, her ne kadar diğer ulvi gecelerde etrafa ışık saçarak mesaj verirse de, o daha çok ramazan gecelerinde, minare ve camilerimizin elmas gerdanlıklarıdır.

Bu Türk sanatı; yerli ve yabancı araştırmacıların konusu, romancıların ilham kaynağı, gezginlerin unutulmaz anıları olmuştur. Bir yabancı seyyah demiştir ki: "Dünya yüzünde sevilmeye ve sayılmaya layık Türklerin hiçbir medeni eserleri olmasa bile, yalnız şu gökten yıldızları toplayıp minareler aralarında yazı yazmayı akıl etmeleri, bunda muvaffak olmaları, onların medeniyette ne kadar ilerde olduklarının bir ifadesidir."

Halide Edip Adıvar çocukluk hatıralarını da anlattığı ‘Mor Salkımlı Ev’de sütbabasının omzunda teravih namazını kılmak için Süleymaniye Camii’ne giderken gördüklerini tasvir eder:

“Minareden minareye havada uzanan ışıktan yazılar, mavi kubbede ne garip ve tabiatüstü bir nur tecellisi idi. Ramazan’ı karşılayan bu nurdan yazılar, beni belki Belşazaar’ın duvarda gördüğü yazılar kadar şaşırttı. Karanlık ve esrarlı dar sokakların içinde sallanarak hareket eden o ışıkları kalabalığın en boylu adamının omzundan seyrediyordum.”


Mehmet Gökalp'in mahyalar karşısındaki duygularını dile getiren şu mısralarıyla noktalayalım:
Bir şehrayin var...
İki minare arasında.

Ayet ayet kalbimize yazar,
Mukaddes gecelerin manasını;

Bu nokta nokta ışıklar.
Lacivert zemine işlenmiş

"Allah'a İman'ın her harfi
Kamaştıran böyle gözlerimizi

Işık dolu, şanlı, büyük gecenin
İçimize doğan parlak güneşi......

Gönlünüzün mahya ışıkları hiç sönmesin efendim ...