3 Ekim 2012 Çarşamba

3 Idiots(Üç Aptal)-All is well (Her şey yolunda)


Az önce izlemeyi bitirip , şiddetle tavsiye etmek üzere bloğumun başına geçtiğim , bende müthiş etkiler bırakan, tek kelime ile ‘HARİKA’ bir filmden bahsetmek istiyorum size.
Hindistan sinemasının(Bollywood) zirve filmlerinden biri;
''3 Idiots yani 3 Aptal ! ''

Öncelikle , bu filmin herkes ,anne, baba,öğrenci ve özellikle de eğitimciler tarafından mutlaka izlenmesi gereken müthiş bir film olduğunu söylemeliyim..

2009 Hindistan yapımı filmin yönetmeni, Rajkumar Hirani. Film,  kısaca  Hindistan’ın en iyi mühendislik okuluna başlayan öğrencilerin hayatını anlatıyor. Sistemin daima yarış üzerine kurulu olduğu, herkesin en iyi olmaya çabaladığı bir okulda sistemi değiştirmeye çalışan bir öğrenci ve onun en yakın 2 arkadaşının başından geçenler, hayattan aslında ne istedikleri anlatılıyor.Ranco karakterinin başrolünü oynadığı filmde dram ve komedi  en iyi şekilde harmanlanıp bize öğretici bir film olarak sunulmakta..
Filmdeki olaylar hakkında fazla ayrıntı vermek istemiyorum ama şu kadarını söyleyebilirim ki filmde hem öğrenci hem de öğretmenlere inanılmaz güzel mesajlar var.

Film 5 ana tema üzerine kuruluyor.
1’incisi; başarı delisi olma, mükemmeli yakalamaya gayret et, başarı seni kovalar.

2’ncisi; Başarılı öğrencileri tutup, zayıfları terk etme, adil davran.

3’üncüsü; korkuyla  eğitim olmaz. Filmde de aynen şöyle deniyor: ‘Aslanlar kırbaç korkusuyla sandalyeye oturmayı öğrenir. Bu yüzden biz onlara iyi eğitilmiş deriz ama ‘’iyi eğitim almış ‘diyemeyiz.’

4’üncüsü; sınav sonuçlarında sıralama olmamalı. Birinci ve sonuncu afişe edilmemeli.

5’inci mesaj; robot değil, insan yetiştirelim. İnsanlar diploma ve sınav için yaşamamalı.”

Filmde Hindu eğitim sistemindeki çarpıklığın ,ülkemizdeki aksaklıklarla örtüştüğünü de görebiliyoruz..

Gerçekten filmi izleyen her kişide iz bırakacak olan müthiş bir film.2 saat 45 dakikanın nasıl geçtiğini bile anlamayacaksınız.

Şiddetle tavsiyemdir.Hiç vakit kaybetmeden izleyin derim..

İzledikten sonra film hakkındaki yorumlarınızı da bekliyorum…

zubi dubi zubi dubi pum paaraaaaaa :))))



Filmi tek part halinde burdan da izleyebilirsiniz :)

2 Eylül 2012 Pazar

Bi Yaşıma Daha Girdim :)

Bugün günlerden BEN :)


 Bu gün günlerden doğum günüm...Evet tam da bu gün bi yaşıma daha girdim.

Eskiden büyüyor olmanın verdiği o heyecanı, keyfi şimdilerde yaşlanıyor olmanın ince hüznü devralıyor gibi..
Şairin dediği yolun yarısına henüz gelmemiş olsak da bizim için yolun yarısı neresidir bilinmez tabi.
Yarın da kimseye  vaat edilmemiştir öle değil mi?

Önemli olan hayat denen bu geçit törenini layıkıyla tamamlamak, yol bitiminde cebimizde keşke-lerden çok iyi-kileri barındırmak…

Bu gün bi yaşıma daha girdiğim o mutlu gün.Kıymetini bilirsek aslında hayat bizim için nihayetsiz bir düğün.
Her ne kadar geçen yıllar bize büyüyor olmanın ağır bedellerini ödetiyor, o masum çocukluğumuzu özletiyor,bitmesin istediğimiz o mutlu anları aratıyor olsa da hayat tüm renkleriyle,siyahıyla,beyazıyla,sarısıyla ,moruyla,ebrusuyla,hoşa giden gitmeyen tüm saati, dakikası, mutlu-mutsuz anılarıyla güzel ve anlamlı aslında..

M.Ali Clay ‘ın da dediği gibi ''Elli yaşındaki bir adam kendini otuzunda hissediyorsa,yirmi yılını boşa harcamış demektir'' …

Yani her yaşın bir güzelliği olduğunu bilmek ve doya doya yaşamak sanırım en doğrusu :) Her anını yaşayarak,duyumsayarak,özümseyerek anlamlandırmak,yaşayarak yaşamak …
Tabi bu hayatı yaşarken mutlu olmayı,olabilmeyi bilmek,bunu becerebilmek de ayrı bir yetenek …Bir de mutlu olmayı bilmek kadar mutlu etmeyi de bilmek gerek..

İşte bir yaş daha büyüdüm.
Yaşlanarak değil yaş alarak ilerledim bu uzun ince yolda.
Bir yaş daha yakaladım hayatı,bir yaş daha sevdim,sevildim,üzüldüm,sevindim,güldüm ,ağladım,kaybettim,kazandım,
mutluydum...
Mutluyum :)
                                      

Ben bu doğum günümde ne değişik,ilginç,sıradışı süprizler,ne üzerinde rengarek,cicili bicili mumlar taşıyan kocaman bir pasta,ne çeşit çeşit ,büyük-küçük hediyeler,ne de artık basitleşmiş,aynileşmiş,hiçbir zahmete gerek duyulmadan ,başvurulmadan kopyala yapıştırla yollanmış basit,samimiyetsiz mesajlar istiyorum.

Ben bu doğum günümde en samimisinden,en gerçeğinden dostlar,en kocamanından sıcak,canlı gülüşler,en seveceninden ,içten sarılışlar,bakışlar,en kişiselinden şahsına münhasır masajlar, en dosthanesinden,hasretlisinden,en özlenmişinden telefonlar,en mavisinden denizler,en parlağından yıldızlar,en renklisinden ,en rengarenklisinden çiçekler,böcekler,kelebekler,en demlisinden bardak bardak yok yok demlik demlik çaylar düşlüyor,istiyor ve bekliyorum…

Doğum günü çocuğunun elde etmiş olduğu o şımarıklıkla çok mu fazla şey istedim acaba??

Yolumun kesiştiği herkese gönülden ,yürek dolusu teşekkürler..
Sizsiz bu hayat çekilmez olurdu heralde..
İyi ki varsınız
J

30 Ağustos 2012 Perşembe

30 Ağustos Zaferi


Cemil Meriç’in dediği gibi ‘‘maziden koparılmışız.Cami avlusunda bulunmuş bir çocuk şuursuzluğu içinde çırpınıyoruz. Nasıl bir tarihin çocuklarıyız ? Ne soran var , ne bilen ..’’

Tarihi şanlı zaferlerle ,destanlarla dolu bir ecdadın torunları,çocuklarıyız ama kaçımız bu destanı,destan yazan şahsiyetleri okuyor,tanıyor ve biliyoruz.

Ecdadımız tarih yazmış ,bizler okumaktan aciziz ne yazık ki..

‘Türkler pek farkında değil ama Avrupalılar şu gerçeğin farkındadır. Tarihten Türkler çıkarılırsa ortada tarih diye bir şey kalmaz’’ demiş Prof.Dr.Fritz Neumark.. Ne de güzel , ne de doğru söylemiş..

Evet bu gün kahraman ordumuzun, yüce milletimizin tarihte emsali görülmemiş fedakârlığının, cesaret ve gücünün, bir örneği olan büyük taarruzun 90.yılını büyük bir coşku ve gururla kutluyoruz.

Bir milletin şahlanış destanı olan 30 Ağustos zaferinde, Türk milleti asırlardır üzerinde yaşadığı vatanını ,toprağını hiçbir şekilde terk etmeyeceğini göstermiş , topraklarını işgal karşısında Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde ,her ne pahasına olursa olsun canıyla, kanıyla direnmiş, tek yumruk olmuş ve kısıtlı imkanlara aldırmadan işgalci güçlere unutamayacakları bir yumruk indirmiştir.
İşte o ecdat ki tarihimizi böyle büyük bir zaferle daha taçlandırmıştır.

Bu büyük zafer tarihe kazınırken vatanın kutsallığını görev bilen nice değerli şahsiyetler de şekil vermiştir bu zafere. Duydukça dinledikçe tüyleri diken diken eden, kendi içinde ne hazin hikâyeler barındırmaktadır.

Büyük Taarruzun nasıl kazanıldığını anlatan, en duygulu olaylardan biri de Miralay Reşat Bey’in Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya verdiği sözü yerine getiremediği için intihar etmesidir.

Mustafa Kemal Atatürk, Albay Reşat’ın şehit oluşunu TBMM’de şöyle anlatır:
“Bir taarruz gününde (27 Ağustos 1922) en sol kanatta 57. tümenimiz taarruz ederken, kuvvetlerini biraz birbirinden uzakça bulundurmuştu. Bu nedenle düşman üzerinde kalıcı bir etki yapamıyordu. O tümenin kumandanı Reşat Bey adında bir albaydı. Bu kişiyi çok eskiden tanıyordum ve beraber muharebe yapmıştık. Suriye’de çok muharebeler yaptık ve çok kıymetli bir askerdi. Şahsen bana çok güveni vardı. Telefonla sordum: ‘Niçin hedefinize (Çiyiltepe) hakim olamadınız?’ dedim. cevaben dedi ki; ‘Yarım saat sonra bu hedeflere varmış olacağız’. Halbuki yarım saat sonra bu hedefler elde edilememişti. Tekrar sorduğum zaman telefonda Reşat Bey’in son bir veda namesini okudular. Orada diyordu ki; ‘Yarım saat zarfında size o mevkileri almak için söz verdiğim halde, sözümü tutamamış olduğumdan dolayı yaşayamam’. 15 dakika sonra Çiyiltepe alınmış, ancak şehit komutan Albay Reşat Bey bu müstesna anı görememiştir. Ruhu şad olsun.”

Zaferden sonra buraya, Albay Reşat Çiğiltepe Anıtı yapılarak anısı ölümsüzleştirilmiştir.

Yazılan bir başka hikaye,bir başka destan, bir baba-oğul destanı…

''Çetmilli Ali Çavuş, yüz binlerce vatan evladı gibi cepheye giden askerlerden biriydi. Aradan 11 yıl geçmiş, Çetmilli Ali Çavuş cepheden cepheye koşmuş her mevzide her siperde bağımsızlık günlerinin hayalini kurarken, cepheye giderken 8 yaşında olan oğlu Mehmet ile karısına kavuşacağı günleri beklemekteydi.

Çetmilli Ali Çavuşun hayalleri, Dumlupınar mevzilerinde gerçek oldu. 8 yaşındayken bırakıp gittiği Mehmet dağ gibi bir delikanlı olmuş, kader ikisinin yollarını aynı cephede birleştirmişti. Alay sancaktarı Mehmet Onbaşı ile Çetmilli Ali Çavuş’un cephede karşılaşmaları ve hasret gidermeleri herkesin gözlerini yaşartmış ve bir o kadar da mutlu etmişti. Artık baba ile oğul bu vatan için bir sancağın peşinde omuz omuza çarpışacaklar ve Çetmilli Ali Çavuş’un hayallerini birlikte gerçekleştireceklerdi.

Gün bugündü ve baba oğul sıkıca sarıldılar, birbirleriyle helalleştiler. “Hücum” sesiyle yağmur gibi gelen mermilerin önüne atıldılar. Ali Çavuş bir kurşunla yığıldı yere, ne acı ne de hüzün vardı gözlerinde, 11 yılın evlat özlemi mermi sesleri arasında son bulmuştu. Dudaklarından iki kelime döküldü şahadete ererken;

Vatan sağ olsun.”


Çetmilli Ali Çavuş, 31 Ağustos 1922 günü şehit düştü, hem de oğlu Mehmet’in kollarında. Gözyaşını içine attı Mehmet. Gün ağıt yakacak gün değildi. Kaptı alay sancağını yürüdü izmir’e doğru. En önde o koşuyor kanlı siperlere ilk o dalıyordu. 9 Eylül’de İzmir önlerinde bir kurşun da onu buldu.''

Kader bu dünyada beraber olmayı nasip etmedi Ali Çavuş ile oğlu Mehmet Onbaşı’ya ama onların ve onlar gibi on binlerce mehmetçiğin bu kahramanlıkları ile kurtuldu vatan.

Bir  İngiliz generalinin( Hamilton ) şu tespiti ne kadar da yerindedir; ‘Türklerden başka dini ve vatanı uğruna canını vermeye hazır asker görmedim’ demiştir.

Tüm devletler de iyi bilir ki
Türk milleti vatanı, bayrağı ve özgürlüğü için gerekirse bu uğurda gözünü kırpmadan  canını ,kanını seve seve feda etmekten kaçınmaz.

Yıl 1937; Mustafa Kemal hasta yatağında yatıyor, hastalığı bir hayli ilerlemiş, doktorlar Zafer Bayramı kutlamalarına gitmesinin intihar olacağını belirtiyorlar kendisine. Ama o; “Hayır” diyor, “Ben gitmezsem halkın morali bozulur. Kutlamalar olacak ve ben gideceğim.”

Türk milletinin bir ferdi olarak ,kazanılan bu büyük zaferin haklı gururunu yaşıyor,canlarıyla,kanlarıyla bu toprakları vatan yapan ve bu zaferi bize armağan eden İstiklal mücadelemizin bütün kahramanlarını başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere rahmet ve minnetle anıyorum..


                            Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından
                     Koşar adım gitmeli onların arkasından.
              Kahramanlık: İçerek acı ölüm tasından
      İleriye atılmak ve sonra dönmemektir
                                              
                                                              H.N.Atsız


                                

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Gökyüzündeki Mesajlar-Şehrayin-



Eski adıyla ‘şehrayin (şehrin donatılmasıyla yapılan umumî eğlence, şenlik, donanma)’, şuan bildiğimiz adıyla mahya ışıkları…
Mahya ışıkları denince akla ilk gelen Mübarek Ramazan ayı oluyor hemen.Karanlık gecelerde ışıl ışıl parlayan,gecemizi olduğu gibi gönlümüzü de aydınlatan,her birinde derin manalar barındıran mahya ışıkları..


Peki hiç düşündünüz mü bu gelenek nerden ve nasıl doğdu?Eskiden nasıldı,nasıl yapılırdı?


Günümüzde elektrikle yazılan ramazan mahyaları, eski zamanlarda son derece karmaşık ve zahmetli bir uğraşmış. Şerefeler arasına gerilen kalın bir halata, şimşirden halkalar, kancalar, gevşek yedek ipleri ve sayıları yüzleri aşan kandilleri kullanarak iftar sonrasından teravih bitimine değin, en çok iki saatlik bir zamanı mahyalarla nurlandırmak; hele kışa rastlayan ramazanlarda bunun için şerefelerde soğuktan çivi kesmek, ancak meraklılarının göze alabildiği bir iş olsa gerek.


Eskiden mahyacılık  bir meslek olarak babadan oğula sürdürülürdü. Kandil yakma geleneği islam dünyasında yaygınken, mahyacılığın İstanbul’a özgü dinsel bir sanat olmasının tek nedeni, padişahların yaptırttığı iki, dört, altı minareli “selâtin camiler”in bu kentte olmasıydı. Çünkü mahya kurmak için en az karşılıklı iki minare bulunması gerekiyordu.

Mahya yakmak;bir caminin iki minaresi arasına gerilen bir halattan küçük kandiller sarkıtarak gece karanlığına şekiller çizip manidar sözler yazmak… Bu geleneğin gerisindeki düşünce; ramazanın getirdiği sevinç, bolluk ve ferahlık nedeniyle Yaratıcı’ya duyulan şükranı vurgulamak, çocuklara ramazanı sevdirmek ve halkı iyiliğe yöneltmek.

Mahyacılık sanatı; diğer Müslüman ülkelerde olmayan, yalnızca Türklere mahsus bir örf, âdet ve kültürdür. Bu iş sadece Ramazan ayına mahsus olduğu için, bu deyim Farsça aylık manasına gelen "mahiye" kelimesinden türemiştir.

Gerçekten de mahyalar, dini ve milli gün ve gecelerimizde akşamdan sabaha kadar o heyecan ve kutsiyeti gökyüzünde sergileyerek ilan eden üstün zekanın eseridir. Başta Ramazan ayı olmak üzere, diğer önemli gün ve gecelerin akşamında minareler arasında ışıklı yazı yazma ve şekil yapma sanatı olan mahya, bir Türk buluşudur.

Mahyalar, her ne kadar diğer ulvi gecelerde etrafa ışık saçarak mesaj verirse de, o daha çok ramazan gecelerinde, minare ve camilerimizin elmas gerdanlıklarıdır.

Bu Türk sanatı; yerli ve yabancı araştırmacıların konusu, romancıların ilham kaynağı, gezginlerin unutulmaz anıları olmuştur. Bir yabancı seyyah demiştir ki: "Dünya yüzünde sevilmeye ve sayılmaya layık Türklerin hiçbir medeni eserleri olmasa bile, yalnız şu gökten yıldızları toplayıp minareler aralarında yazı yazmayı akıl etmeleri, bunda muvaffak olmaları, onların medeniyette ne kadar ilerde olduklarının bir ifadesidir."

Halide Edip Adıvar çocukluk hatıralarını da anlattığı ‘Mor Salkımlı Ev’de sütbabasının omzunda teravih namazını kılmak için Süleymaniye Camii’ne giderken gördüklerini tasvir eder:

“Minareden minareye havada uzanan ışıktan yazılar, mavi kubbede ne garip ve tabiatüstü bir nur tecellisi idi. Ramazan’ı karşılayan bu nurdan yazılar, beni belki Belşazaar’ın duvarda gördüğü yazılar kadar şaşırttı. Karanlık ve esrarlı dar sokakların içinde sallanarak hareket eden o ışıkları kalabalığın en boylu adamının omzundan seyrediyordum.”


Mehmet Gökalp'in mahyalar karşısındaki duygularını dile getiren şu mısralarıyla noktalayalım:
Bir şehrayin var...
İki minare arasında.

Ayet ayet kalbimize yazar,
Mukaddes gecelerin manasını;

Bu nokta nokta ışıklar.
Lacivert zemine işlenmiş

"Allah'a İman'ın her harfi
Kamaştıran böyle gözlerimizi

Işık dolu, şanlı, büyük gecenin
İçimize doğan parlak güneşi......

Gönlünüzün mahya ışıkları hiç sönmesin efendim ...

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Son sözlerime şerh düşüyorum, KORKMA BEN VARIM.


''Bu kitapta anlatılan olayların hepsi gerçektir, fakat hiçbiri henüz cereyan etmemiştir.''
diye bir girişle başlayan,farklı,ilginç,sıradışı bir tarzı olan Murat MENTEŞ imzalı,enteresan bir roman...


Murat MENTEŞ...Farklı bir kalem üstadı..Kelimeleri kendince hizaya sokan,onlarla dans eden ve ettiren ,dolayısıyla bizleri de mest eden ,kelime cambazlıkları bol bir yazar..
''Kelimelerle oyun oynayarak, fırlama ifadelere başvuruyorsun''diyen bir okura,kelime oyunları bahsinde "nimetle oyun oynanmaz" diyerek, kelimelere yeni bir rütbe kazandıran, fenomen kişi..


Bazı kişiler(çoğu zaman ben de yaparım bunu) kitap okurken ,bazı cümlelerin,kelimelerin altını çizer ya ,işte bu kitapta altı çizilmedik yer bırakamazsınız .Adı bile çizilmeye değer :)
Şimdi nerden bulursunuz bilmiyorum ama gidip hemen  bir şekilde 'Korkma Ben Varım' ı edinin.Pişman olmayacaksınız.

“Bu kitap karnaval sırasında başgösteren bir bombardımana benziyor.”

İşte size kitaptan inciler:


'Ölümden korkuyorduk, çünkü insandık' (s.13)

'Aşk insanın sadece psikolojisini ve kimyasını değil; tarihini, müzigini, coğrafyasını, edebiyatını, fiziğini, beslenme çantasının içindekileri, hayat bilgisini de değiştiriyor' (s.13-14)

'Son sözlerime şerh düşüyorum, KORKMA BEN VARIM' (s.17)

'Kafa karışıklığı sık görülen bir şeydir' (s31)

'Kartları kader karıştırır, biz oynarız' (s.37)

'Herkesin üç kişiliği vardır; ortaya çıkardığı, sahip olduğu ve sahip olduğunu sandığı' (s.40)

'İnsan, kendi samiyetinin altını çizmeye kalkıştı mı, ister istemez üstünü de çiziyor. Samimiyet, mahremiyetle mukayyet olsa gerek' (s.42)

'İntikam şarabı, yaraları ham olanlara şifa verir' (s.47)

'İnsan boş bir tüfektir ama bakarsın bir gün patlar' (s.54)

'Yas sezonluk bir duygudur' (s.59)

'Elli yaşındaki bir adam kendini otuz yaşında hissediyorsa, yirmi yılını boşa harcamıştır' (s.101)

'Bazı ihtimaller ihtimal olarak kalmaya mahkumdur' (s.112)

'Rüyalar alınyazımızın ayrılmaz parçalarıdır'(s.121)

'Ölümden degil, gelecekten korkuyorum' (s.212)

________________________________________

Kitapta bahsi geçen ve de kitapla kısmen bütünleşen Ayten Alpman'ın - Ben Varım - (sayfa 153 ve 257) adlı parçasına da yer vermek istedim burda..İyi dinlemeler :)



Dip Not:Murat MENTEŞ 'in ilk kitabı ''Dublörün Dilemması''nı bulup da okuyamadım ama duyumlarıma göre ilk kitap da bir harikaymış ..Okuyanlar varsa yorumlarını bekliyorum.Hatta kitabı da bekliyorum :))

17 Ağustos 2012 Cuma

Eyvah mı?Eyvallah mı?


Nette gezinirken tesadüfen denk geldiğim ve okuduğumda çok beğendiğim iki derviş kıssasını sizlerle de paylaşmak istedim.
Kıssadan hissemizi almak dileğiyle :)
______________________________________________

Eyvallah Köyü

İkindi vakti öncesi abdest almak için avluya çıkan şeyh, dervişin tekinden bir ibrik su ister.Derviş getirir.Yere çömelmiş abdest almaya başlayan şeyh, bir yandan da bahçedeki dervişleri gözlemek için sağa sola bakmakla meşguldür. Su döken derviş bakar ki; şeyh elini yıkarken bazı yerleri kurudur;içinden,

-Bir de bize mürşit olacak, doğru dürüst abdest almayı bile beceremiyor diye geçirir. Bakışları alaycı ve suizancıdır.Şeyh kafasını dervişe doğru kaldırır, dervişin bakışlarını yakalar, aklından geçenleri okur.

-Evlat, sen bize yaramazsın.Akşama kalmadan dergahımızı terk et der.

Derviş bin pişmandır ama nafile kovulmuştur artık.Ne ailesi ne de gidecek bir yeri vardır.Deli divane dağ tepe yürür.Yorulmuştur artık.Havada kararmıştır.Yolda bir çoban görür.Allah misafirine verecek ekmeğin var mı deyince, çoban buyur eder ve dervişten olanı biteni dinler.Çoban bu duruma üzülür ve

-şu karşıdaki dağın ardında bir şehir var.Oraya git.İsmi Eyvallah şehridir.Ne alırsan al eyvallah dedikten sonra, ücretsiz bedavadır orda, der.

-nasıl yani para pul istemiyorlar mı?

-eyvallah diyene her şey bedava.

-yalnız Eyvallah şehrinin üç kuralı var.Bunları ihlal edersen şehirden atılırsın.

-nedir bu kurallar?

-bir; kulun işine karışmayacaksın.

-iki; Allahın işine karışmayacaksın.

-üç; asla yalan konuşmayacaksın.

Kolaymış, der derviş, biz bunları dergahta zaten yapıyorduk.

Sabah çekine çekine şehre girer.Önce hamama gider, yıkanır kasaya yanaşır, eyvallah der,sağ elini sol göğsüne koyarak,kasa başındaki hamamcı, eyvallah diye karşılık verir.

-borcum ne diye sorar?

-eyvallah dedinya kardeş, borcun yok der hamamcı.

Derviş sevinir, iyiki dergahtan kovulmuşum, bu şehirde padişahlar gibi yaşarım der.Aradan bir ay geçer, ben bir aile kurmak istiyorum der,derlerki ; eyvallah de, yarın köle pazarı var, orada her milletten güzel kadınlar var, istediğini seç, evlen.

Derviş denileni yapar, evlenir.Aradan bir hafta geçer, çarşıda dolanıyordur, karşıdan biri genç diğeri yaşlı iki bayan gelmektedir.Genç olanın saçları açık, diğer kadın çarşaflıdır.

-şuna bak diye bağırır; örtünmesi gereken açık, örtünse de olur örtünmese de olur yaşlı kadın çarşaflı.Niye böyle açıksın sen diye sorar genç kadına.

-imdaat, zaptiye..zaptiyeler gelir;

-nevardı?

-bu adam kulun işine karıştı.

Derviş karakola götürülür ve on dayak atılır.Acısından çok, kulun hatasını uyardığı için şikayet edilmesine içerlemiştir.Karakolun dış avlusuna çıkar ellerini açar, yüksek sesle;

-Allahım bu nasıl iş?Kullarını uyardım, dayak yedim, ey Rabbim bu nasıl iş derken, sesler duyulur yine

-zaptiyee zaptiye..gelen zaptiyeler;

-ne oldu?

Şu derviş Allahın işine karıştı, tekrar karakol, tekrar dayak, bu sefer adamakıllı canı yanmaktadır, doğru evine gider, yatağa uzanır.Bu sırada kapı çalınır, arkadaşları gelmiştir, derviş karısına, ev de olmadığımı söyle der.

-zaptiyee zaptiye..

-ne vardı?

-eşim yalan konuşmamı istiyor, yalan söylüyor..

Derviş zaptiyelerce şehirden kovulur.Üstü başı toz toprak içindedir, uzaklaşırken şehre doğru bakar.

-eyvallahın ayarını bilmeyen benim gibi eyvah eyvah diye inler..

:::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::

Eyvallah
Kabadayının biri çirkef hayatından sıkılır ve gönül huzuruna ermek için bir dergaha gitmeye karar verir.O zaman da adı duyulan Eyvallah Babanın tekkesine varır .Eyvallah Baba tekkesine giren herkezin başına takke ,eline tesbih ,diline eyvallah zikri verirmiş.Bizim kabadayıda oturmuş eyvallah babanın önüne .

Eyvallah baba bizim kabadyının da başına takke,eline tesbih ,diline eyvallah zikiri vermiş.

Rahatlayarak tekkeden çıkan kabadayı birde ne görsün; Kapının önünde kabadayının biri ,başka bir kabadayıyı bıçaklamakta.Bizim ki yardıma koşuyum derken bıçaklayan bırakıp kaçar. Tam bıçağı çıkarırken yeniçeriler gelir ve elinde bıçakla bizimkini görürler,

-"sen mi bıçakladın?" sorusuna cevabı

-"eyvallah"der

bizimle kadıya yürü"derler

-"eyvallah"der

Kadının huzuruna varılır.Kadı ne soru sorsa cevap hep "eyvallah"dır

-"zindana gidiyorsun" denir

-"eyvallah"der

karar verilmiştir idam edileceği söylenir

Kabadayı:

-"eyvallah"der

tam idama götürülüp dar ağacına asılcakken gerçek katil ortaya çıkar her şeyi anlatır.

Kabadayıya artık serbest olduğu söylenir

cevap yine "eyvallah"dır.

darağcından kurtulan kabadayı doğru Eyvallah Babanın yanına gider ,huzuruna çıkar ve;

-"işte tesbih ,işte külah,hadi bana eyvallah"der gider.





14 Ağustos 2012 Salı

Şizofren Sancılar


Gün yorgunu düşlerim,gülüşlerim..Yine kendimle baş başayım,ağırım ,ağrılıyım.Dilimde İbo’nun şarkısı ‘tutun kollarımdan düşerim şimdi , yorgunum dostlarım yorgunum ,yorguuun '…

Tutsak zamanlarda,derin kuytulardayım.Bir çıkış bulmalıyım.
Sessizliğim çığlığım,çığlığım isyanım,isyanım kaçışım…Peki ya ilacım,dermanım??

Karanlıkla yoldaş eder,puslu günlere uyanırım..
Yine aynı yoğun telaş,yine aynı hüzünlü şehir.
Hazan mevsiminde doğduğumdan mıdır nedir..

Bir Eylül gecesiymiş doğumum..
Eylül ve gece..
Ağaçların yapraklarından vazgeçtiği,rüzgarın efil efil estiği,havanın inceden sertleştiği bir hazan ve hüzün mevsiminde..Ondandır belki fotoğraflarda hüzünlü bakışım,hayatı derin maviliklerde algılayışım,olur olmaz her şeye ağlayışım..

Sanırım bazen çocuk olmalı, ya da hep çocuk kalmalı.Hayatı hep oyunlarla algılamalı..Bir şey istediğinde annesinin eteğinden çekiştirip dilemeli sadece ,nasılsa yapılacağını,olacağını bekleyerek..
Telaşsız,yalansız,riyasız,sancısız,ağrısız yaşamalı hayatı.Sadece koşunca yorulmalı,düştüğünde ağlamalı…

Ya da belki insan sadece kendi olmalı…Her şeyiyle,hüznü ve neşesiyle,derdi kederi,sevinciyle..acısıyla tatlısıyla,telaşıyla..Yaşamalı hayatı.

İNSAN olmak zor zanaat..

En önemlisi de bu hayatta İNSAN kalmalı!..